TüRKIYE'NIN EN GüZEL HAZIRANLARıNDAN BIRI

O gün sokakları, caddeleri, meydanları dolduran ve hakları için sloganlar atarak yürüyen işçileri görenler, izleyenler ülke tarihinin çok özel bir gününe tanıklık ettiklerini fark etmişler miydi bilinmez ama Türkiye işçi sınıfı, tarihinde ilk kez böyle görkemli bir direnişle kendi gücünün farkına varıyordu. Bu güç ne zamana kadar ve nasıl kullanılabilecekti?

15-16 Haziran işçi eylemleri, devletin hafızasında derin iz bırakmışsa da Türkiye'nin direniş ve eylem literatüründe hak ettiği yeri bulamamış olaylardandır. Oysa, 1960'ların görece özgürlük ortamında filizlenen direnme ve haklarına sahip çıkma duygusunun, bilincinin ilk büyük eylemidir. Devlet hafızasında derin bir iz bırakmasının temel nedeni, gençlikle ve işçi sınıfının temsilcisi olmaya çabalayan TİP'le DİSK'in birlikteliğinin dikkat çekici bir güce dönüşmesidir.

Türkiye'nin Gezi Direnişi ile birlikte en güzel haziranlarından biri diyebileceğimiz süreç, Mehmet Ali Aybar öncülüğündeki Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) Meclis'e 15 milletvekili sokmasıyla başlamış sayılabilir. Bu atılımın temelinde işçi sendikalarının tek tek örgütlenişi, gençliğin 6. Filo direnişi vardır kuşkusuz. Adım adım yükselen dalga 1967'de DİSK'in kuruluşu ile ivme kazanmıştı. Aynı dönemde Türkiye Öğretmenler Sendikası da (TÖS) kendi alanında büyük bir mücadele yürütüyordu. 1969'da Amerikan savaş gemilerinin sularımızda cirit atmasına karşı yükselen büyük gençlik protestosuna en büyük destek DİSK'ten gelmişti. Konfederasyon çok sert bir bildiri yayınlamıştı. Tarihe "Kanlı Pazar" olarak geçen protesto mitingini hatırlamak, bugünün bazı utanmazları için gereklidir. Bakmayın şimdi ABD karşıtı görünmelerine. Bilumum İslamcı yayın organı, Komünizmle Mücadele Derneği gibi ne idüğü belirsiz örgütlenmeler canhıraş bir şekilde Amerika'yı savunuyorlardı. ABD'ye karşı çıkanlara saldırıları kışkırtıyorlardı. Her neyse, utanmazlıklar her dönem var olacaktır, geçelim.

Gençlerin, aydınların ve nihayet işçilerin örgütleri aracılığıyla, daha önce örneği görülmemiş biçimde ayağa kalkışı, ülkenin geleceğinde söz sahibi olmak isteyişi, hiç kuşkusuz "yüce devlet"i ürkütüyor ve önlemler almaya yöneltiyordu. Bu önlemlerin en bilineni ve en sefil ayağı, siyasal İslamcıları ve milliyetçileri işçilere ve gençlere karşı kışkırtmaktı. Diğer yanda Meclis'te, yükselen işçi sınıfı bilincini budamak için sendikal hakları düzenleyen yasalar değiştirilmek istendi. Bu DİSK'in boğazını sıkmakla eşdeğerdi ve elbette kabul edilemezdi. DİSK Başkanı Kemal Türkler, Başbakan Süleyman Demirel'e mektup göndererek, yasa tasarısını geri çekmelerini istedi, "aksi takdirde anayasadaki direnme hakkımızı kullanacağımızı şimdiden belirtiriz" diyerek bitirdi mektubunu. Hükümet geri adım atmadı.

Ok yaydan çıkmıştı. Sendikalar Taksim'e yürüyerek orada büyük bir miting kararı aldılar. Ancak İstanbul Valiliği mitingi yasakladı. 2024'ten bakınca her şey ne kadar tanıdık geliyor değil mi? Her neyse… Devletin "âli menfaatleri"ni önceleyen yasa TBMM'den geçip Cumhurbaşkanınca da onaylanınca sendikaların başka seçeneği kalmamıştı: Direnilecekti. O günlerin genç sendika yöneticilerinden Süleyman Çelebi, 15 Haziran 1970 sabahını şöyle anlatır anılarında:

"Önce bizim fabrikaya gittim. Kararlı bir biçimde doğruca elektrik ana şalterine yöneldim, kolu indirip fabrikanın elektriğini kestim. Sonra elimdeki Türk bayrağını girişe astım. Bu bir işaretti. Direnişe geçen fabrikalar girişe bayrak asacaktı. Sonra işçileri bahçede topladım (…) Yürüyüşe katılacak işçilerle Unkapanı'na doğru yürüyüşe geçtik. Amacımız Taksim'e çıkmaktı. Beşiktaş tarafından gelenler de vardı. O bölgede Türk-İş'li işçilerin de bize katıldığını gördük(…) İşçi sınıfı dayanışması denilen şeyin somutlaşmış halini o zaman orada ilk kez gördüm. Hiç tanışmayan, hayatında birbirini hiç görmemiş, ayrı fabrikalarda çalışan işçiler can ciğer arkadaşmış gibi kol kola yürüyorlardı. Geçtiğimiz sokaklarda, caddelerde halk da bize destek veriyordu (…) Biraz yürüdükten sonra baktım aileler de katılmaya başlamış yürüyüş koluna. İşçilerin eşleri, çocukları, anneleri, babaları…"

Çelebi'nin tanıklık ettiği yürüyüşe, çeşitli kaynaklara göre İstanbul'da 200 civarındaki fabrikada çalışan 150.000 kadar işçi katılmıştır. Kocaeli- Gebze civarındaki işçilerin de yoğun katılımını gören devlet, vapur seferlerini iptal etmiş, köprüleri kapatmış ve yer yer polis marifetiyle toplulukları dağıtma çabasına girmişti. Dahası, askerle işçileri karşı karşıya getirmek gibi tehlikeli bir işe kalkışan, ateşle oynamaya cüret eden hükumet, zırhlı birlikleri şehir içinde konuşlandırmaya başlamıştı. Ancak bütün önlemlere rağmen direniş bastırılamamış, tam tersine daha da alevlenmesine neden olmuştu. İşçiler kararlıydı. Örneğin, gözaltına alınıp Eyüp Emniyet Amirliğine götürülen arkadaşlarını geri almak için binayı kuşatmışlar ve başarıya ulaşmışlardı. O gün, İstanbul'un dört bir yanından akan işçi kortejleri Taksim'e çıkamamışlar ama büyük güçlerini göstermişlerdi.

Yürüyüş ve protestolar ertesi gün de katılımın artmasıyla devam edecekti. Polis, sel gibi büyük bir güce dönüşen işçileri durdurmak için silah doğrultmaktan geri durmayacaktı ne yazık ki. Günün sonunda üç işçi, bir polis bir de yurttaş yaşamını yitirecekti. Direniş, İstanbul'da ve Kocaeli'nde sıkıyönetim ilan edilerek durdurulabildi.

O gün sokakları, caddeleri, meydanları dolduran ve hakları için sloganlar atarak yürüyen işçileri görenler, izleyenler ülke tarihinin çok özel bir gününe tanıklık ettiklerini fark etmişler miydi bilinmez ama Türkiye işçi sınıfı, tarihinde ilk kez böyle görkemli bir direnişle kendi gücünün farkına varıyordu. Bu güç ne zamana kadar ve nasıl kullanılabilecekti? Bu sorunun yanıtı iki boyutlu. Sermaye bu soruya önce 12 Mart'ta, sonra 12 Eylül'de ağır bir yanıt verdi. İşçi sınıfı ve sendikaların yanıtı ise hâlâ boşlukta ve bu yüzden ülkemizin en güzel iki haziranından biri olan 1970 yılının 15-16 Haziran günleri direniş literatüründe hak ettiği yeri bulamadı.

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

  ]]>

2024-06-15T20:16:49Z dg43tfdfdgfd